top of page

Nerede o eski Ramazanlar?

Yarın Ramazan (Hicri 1445) ayının ilk günü... Ramazan’ın; Kuran-ı Kerim’in ilk indirildiği ay olması ve Oruç ibadeti nedeniyle kuşkusuz Müslümanlar nezdinde büyük bir önemi ve özel bir yeri var.  Ramazan’ı özel kılan sadece kutsal ögelere sahip olması değil zamanla şehir kültüründe ayrı bir yere gelmesi, yemek ve eğlence anlayışında yer etmesi de diğer önemli ögeleridir.


Weber’in “Şehir ve Modern Kentin Oluşumu” kitabında şehir teorisini inceleyen Martindale, incelemeyi şöyle bitirir;


 “Modern şehir, dışsal ve formel yapısını yitirmektedir. İçsel olarak da bir çürüme halindedir. Oysa milletin temsil ettiği yeni topluluk, her yerde şehrin aleyhine bir gelişme göstermektedir. Şehir çağının sonuna gelinmiş görünüyor”


Ramazan’ı sadece dini ritüellerin gereçekleştiği kutsal bir zaman dilimi olmaktan çıkaran kültürel bakışın son 150 yılda ki değişimi, Martindale’in işaret ettiği Weber’in Şehir Çağı’nın çürümesinin belirgin kanıtlarındandır.


Her sene büyüklerimizden duyduğumuz eski zaman Ramazan eğlenceleri etkili bir nostaljik atmosfer yaratır, günlük hayatın meşgalesinden yorulan kişilerin Ramazan eğlenceleriyle bir  mutluluk yaşamak  isteyebilecekleri  düşünülür.  Şehrin toplum yapısındaki çürümeye karşı Belediyeler tarafından düzenlenen geleneksel eğlenceler, şimdiki ile geçmiş arasında  bir  iletişim  köprüsünün  kurulmasına olanak sağlar.


 

Gündelik hayatı doğrudan etkileyen ve “On bir ayın sultanı” diye adlandırılan Ramazan ayı, dinî atmosferin toplumsal düzeyde en fazla varlığını hissettirdiği aydır. Toplumun her katmanını etkileyen bu kutsal zaman dilimine edebiyatçıların ilgisiz kalması tabii ki düşünülemez. Ramazan ayı üzerine farklı edebî türlerde birçok örnek verilmiş hatta şairlerin sultanlara, devrin ileri gelenlerine sundukları, ana teması Ramazan olan kasidelere “Ramazaniye” denmiş; böylece edebi bir tür bile ortaya çıkmıştır.


Değişimin başladığı en belirgin ritüeller ve alışkanlıklar; eski Ramazanları anlatan başlıca edebiyatçılardan Cenap Şahabeddin ve özellikle Halit Fahri (Ozansoy)’deki hâkim olan çocukluk devirlerindeki Ramazan’a özlem duygusunda sergilenir. TRT’nin güzel aplikasyonu “TRT Dinle”’de yayınlanan sesli kitaplar arasında rastladığım Ahmet Rasim’in 1331 (1913) Ramazanı için Tercüman-ı Ahval’de yazdığı  “Ramazan Yazıları” da bu konuda önemli bir kaynak oluşturur kanaatimce.

 

Eski Ramazanlara hasreti en fazla hissettiren ise sokaklar, semtler ve şehirdir. Ramazan nostaljisi yapan yazarların hemen hepsi Direklerarası’ndan, Vezneciler’den, Şehzadebaşı’ndan söz eder. Şehzadebaşı, Halit Fahri’nin nazarında ramazanlarda “şık ve züppe beylerin” mekanıdır. Şehzadebaşı Ramazanlarını  adeta Rus yazarlar gibi ayrıntılı olarak tasvir eden Halit Fahri,  “Şehzadebaşı Çapkınları” tanımlaması ile

“Teravihten sonra, Fatih’ten, Aksaray’dan, Unkapanı’ndan, Kırkçeşme’den, Vefa’dan kimi yokuş tırmanan kimi yokuş inen gençlerin kafilesi Şehzadebaşı’na doğru akın etmeğe başlamıştır. Camiden çıkanlar da ellerinde tesbih, iftar ve namazdan sonraki gece seyranına katılıyorlar” diyerek teravih sonrasındaki saatleri kastederek gençlerin çapkınlıklarını anlatır.

 

Direklerarası’ndaki eğlencelerden Cenap Şahabeddin’de söz eder;

 

“İstanbul hayatı Ramazan geceleri bilhassa Direklerarası’nda tekâsüf eder; bu bir an’ane mesabesindedir. Kendimi bildim bileli her sene iftardan sonra Vezneciler’den Saraçhânebaşı’na kadar uzanan bir miting manzarası görürüm. Minarelere mahyalar asılırken Şehzadebaşı’nın menabî-i ziyası taz’if olunur; camekânlar müteaddit mumlu fenerler gibi parlar; çayhanelerden lambalar sokaklara kadar taşar; o civarda mutad olmayan bir şa’şaayla her yer aydınlanır(…) Daha yatsı ezanı okunmadan izdiham hadd-i kemâline vâsıl oluyor; büyük caddeye açılan her sokaktan bir insan akıntısı her an kalabalığı arttırıyor”

 

Cenap Şahaabeddin’i mest eden Direklerlerası’ndaki bir diğer âdet, yerli ve ecnebi musikîdir;

 

“Direklerarası’nda bu Ramazan geceleri yerli ve ecnebi, inleyen ve oynayan her nevi ahengi dinleyebilirsiniz; zurnadan viyolensele ve uddan harpaya kadar her âlet teravihten sahura kadar ihtizaz ediyor, işte leziz ve serbâz İtalyan musikisi, şimdi bir âlüfte kadar şuh ve şimdi prenses gibi nâzik o sizin sâmianızı okşamaktan başka bir şey düşünmez ve işte biraz ötede Fransız musikisi: Dudaklarında gül kokusu ve bir bakıyye-i bûse ile kulaklarınıza yaklaşır”

 

Tanzimat Fermanı ile beraber toplum hayatında başlayan değişim ilk olarak yabancı tiyatro kumpanyaları, batılı tarzda giyim olarak şeklen etkisini göstermiştir. Osmanlı’nın klasik eğlence hayatı, bu değişimlerden payını almış ve bir takım farklılıklar yaşamıştır.  Saray şenlikleri gittikçe sönükleşirken, kentin Beyoğlu kesimi Avrupaî eğlencelerle gelişimini sürdürmüştür. Tanzimat’tan en çok etkilenen bölgenin Pera diye adlandırılan bugün Beyoğlu dediğimiz bölge olduğunu söyleyebiliriz.

 

Sofralarda ve eğlencelerde abartılı yaklaşımlar belirginleşmiş, soğuk kış akşamlarının vazgeçilmez eğlence unsuru olan helva sohbetleri gibi adetlerin yerini Galata ve Beyoğlu’nda ağırlıklı olarak  batılı eğlence tarzları almıştır.

 

Orhan Okay, tanzimat etkisini Ramazan’ın ulviyetine yakışmayacak seviyeye geldiğini;

 

“Muhtemelen 19. Yüzyıl sonlarına doğru yani Tanzimat’ın getirdiği alafrangalaşmanın tesiriyle başlamış olan Direklerarası eğlenceleri gibi. Ancak bunun da zannedildiği kadar genelleşmediğini, hepsi üç dört yüz metre uzunluğunda bu caddenin bile sadece bir kısmında çoğu Ermeni ve Rum gruplarına ait kanto ve benzeri gösterilerin yer aldığını, bunun dışında daha seviyeli tiyatrolar, musiki fasılları, şiir sohbetleri yapılan mekânların bulunduğunu belirtmek gerekir. Unutulmamalıdır ki İkinci Meşrutiyet’e kadar dillere destan olan Hacı Reşit’in Çayhanesi de bir konservatuar gibi çalışan Darüttalim-i Musiki de Meşrutiyet’ten sonra ilmî sohbetlerin yapıldığı İttihad ve Terakki’nin İlmiye Mahfili de hep bu Direklerlararası’ndadır” diyerek tenkit eder.

 

Robert Park, şehrin salt binalar, tramvaylar, telefonlar yığınları olmadığını mahkeme, okul, hastane ve muhtelif devlet binalarının ötesinde zihinsel bir varlık olduğunu; bu varlığın gelenek ve göreneklerle duygu bütünlüğü içerdiğini söyler. Her şehir kendine ait bir kültüre sahiptir. Ramazan Direklerarası eğlenceleri, Vezneciler’in revnakı hatta Hacı Reşit’in çayhanesinin oluşturduğu “lezzet-i edebiyye”; Park’ın bahsettiği şehrin zihinsel varlığıyla ilgilidir.  

 

Ramazan ayının nişanesi olan mahyalarda bu değişimden payını alır. Büyük şair Atilla İlhan’ın İstanbul Ağrısı adlı eşsiz şiirinde kürdan yaptığı minarelerine çekilen mahyalar İstanbul’da 1. Ahmet zamanına kadar uzanan en eski ramazan geleneklerinden biridir. Seneler önce berrak gökyüzünde ışıldayan mahyalar artık sanayileşen şehrin hava kirliliği nedeniyle pusa burnunu dayar hale gelmiştir. Modernitenin getirdiği kolaylığa rağmen geleneksel uygulamalara özlem duyan bir diğer yazar Fatma Barbarosoğlu’dur. Mahyacıları “insanlardan ayrı ve meleklere yakın harikulade hünerli bir nevi sema sakinleri” olarak addeden Barbarosoğlu, eski zamanlarda kandillerle gökyüzüne ışıktan desen çizen mahyacılara duyulan hasrete bir nevi tercüman olur. Ruşen Eşref’in “zira elektrik nihayet mahyalara da musallat oldu” sözünün aksine Barbarosoğlu’nun mahyalar ile ilgili hüznü, Ruşen Eşref’ten biraz farklıdır. Her ne kadar “biz kandillerin yavaş yavaş söndüğü mahyaları göremedik” deyip kandilli mahyalara olan özlemini ifade etse de Barbarosoğlu’nu esas üzen hadise, “Sultanahmet’in mahyasında” gördüğü “Turisti sev ve koru” sözleridir. Barbarosoğlu, Ramazan gibi manevi bir ay ile özdeşleşmiş mahyalara, kapitalistçe sözlerin yazılmasını, maneviyat gasbı olarak görür ki doğru tespittir. Yurtdışında tarihi olmasını bırakın herhangi bir kilisenin en görünür yerlerinin reklam tabelası olarak kullanılması hayal bile edilmez.



 

Büyük yazar Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’in sonunda İstanbul’u anlatırken “şimdinin boşluğundan” bahseder. “Eski şeyleri” kendileri için sevmediğini hatta eskiye dönmek gibi Kanuni’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda yaşamak gibi bir arzusunun olmadığını söyler. Asıl olan içindeki hasrettir; onlardan geriye kalan boşluktur. Bu boşluğu hisseden Tanpınar, doğduğu yılların İstanbul’undaki Ramazan sergilerini de istemez;

 

“....İstanbul’unda bir ramazan sergisinde – başımda fes, sırtımda pardesü, bir elimde kuka tesbih, öbüründe ucu altın saplı baston ebediyete Ahmed Rıza Bey’in tasvirlerinden yadigâr kalan çok düzgün kesilmiş bir sakalla – birbirine karışmış gül yağı, tarçın yağı, her türlü baharat kokusu içinde dolaşmak, beni ne dereceye kadar tatmin edebilir? Hatta Kanuni’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda bile on dakikadan fazla yaşayamam” diyerek Ramazan özlemlerine ayrı bir boyut kazandırır. Dolayısıyla Ramazan geleneğinin uyandırdığı hisler farklılık gösterir.

 

“Nerede o eski Ramazanlar” ifadesini yaşlı, görece genç insanlarımıza söyleten ana neden; Ramazan’ın sokaktan evlere, apartmanlara çekilmesidir. Şimdilerde apartman komşuları ile kurulan sınırlı iletişim, Halit Fahri’nin, Cenap Şahabettin’in eski İstanbul manzaralarını anlatırken tasvir ettikleri Karagöz oyunundan, meddah dinlemelerinden, sokak oyunlarında bir araya gelen insanların iletişiminden şüphesiz ki farklıydı. Bütün Ramazan nostaljisi yapan yazarların; II. Abdülhamit devrinden 90’lı yıllara, Ramazan ayının Türk toplumundaki yansımalarına -en azından hatıralara yansıdığı kadarıyla- bir çerçeve arayışının çabasıdır.

 

Bu vesile ile kafamızda canlanan eski ramazanların asla geri gelmeyeceğini bilerek yarın başlayacak olan 2024 Ramazan’ın ülkemize ve sevdiklerimize hayırlar getirmesini dilerim.

216 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page